6 Aralık 2024 Cuma

Devrimci Yön

Darbelerin kısa tarihi (II) / Vahap Erdoğdu

Darbelerin kısa tarihi (II) / Vahap Erdoğdu
09 Kasım
13:02 2018

II

                “Özgürlük yalnızca farklı düşünenle için gereklidir”

Roza Luxenburg

27 Mayıs sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri yönetim ele almıştı. Alpaslan Türkeş’in sesinden "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla",yönetime elkoyduğunu açıklarken, “NATO ve CENTO’ya bağlılık” güvencesi vermeyi de unutmamıştı.

Bu dönem umutla umutsuzluk çatışmasının en yeğinleştiği dönemdir.

Toplum, tarihinin en özgürlükçü, en demokratik Anayasasına bu dönemde kavuşmuştu.

Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Cumhuriyet Senatosu,

Devlet Planlama Teşkilatı

, Yüksek Planlama Kurulu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu  kuruldu.

Beri yandan, karşıt güçler de boş durmuyordu.

31 Aralık 1960’da ABD ile ilk gizli askeri anlaşma imzalandı. Bir yıl sonra ikincisi imzalanmıştı.

Ağustos 1960 - Şubat 1961 arasında TSK’de “ordudaki geleneksel piramit yapısı bozulduğu, emir komuta zincirinin zarar gördüğü” gerekçesi ile 235 general ve yaklaşık 5.000 subay emekli edildi.

NATO’nun dolaylı saldırı kavramı, orduların işlevini de temelden değiştirmişti. TSK’nın “Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama” görevi, dış güvenliğe değil, tümüyle iç güvenliğe ilişkin tehlikelere yönlendirilmişti. Daha açık anlatımla, asker TSK’ne değil, jandarma TSK’ne gereksinim duyuluyordu.

28 Mart 1949 tarihini taşıyan ABD Genel Kurmayının “Kapsamlı Stratejik Görüşler” belgesinde, pan-türkizm hareketinin kullanılmasının ABD için stratejik önem taşıdığı, Türkiye’nin “hem gerilla birliklerinin, hem de Gizli Ordunun oluşturulmasında son derecede elverişli bir alan olduğu” vurgulanmıştı[1]. Gerçekten de NATO‘nun “gizli ordusu” olarak yetiştirilen “Türk Gladyosu” bu strateji temelinde oluşturuldu ve Türk siyasal-toplumsal yaşamının belirleyicisi oldu. Günümüz türk-islam sentezi odağında kümelenmenin özünde bu strateji yatıyor.

Silahlı kuvvetlerin, kurum olarak siyasal iktidar ortaklığına yönelmesi, bu strateji değişikliğinin doğal bir sonucudur.

NATO’nun stratejisi kapsamında oluşturulan Seferberlik Tetkik Kurulu, içerdeki “komünizm tehlikesine” karşı, ABD uzmanlarınca eğitilen yarı askeri, gizli bir kuruluştu. Amerikan Yardım Kuruluşu ile aynı binada bulunuyordu. 1965’te, Özel Harp Dairesi adını alacak olan bu kuruluş, toplumdaki bu ilerlemeyi durdurmak için, özel örgütler oluşturmuştu. Komünizmle Mücadele Dernekleri bu örgütlerin ilkiydi.

NATO karargahının bulunduğu İzmir’de faaliyete geçen bu dernek (1963), ikinci şubesini Erzurum’da açmıştı. Kurucusu ise, küçük bir camide imamlık yapan Fethullah Gülen’di. Gülen’in ilk işi camiden çıkıp sinemayı basmak oldu.

Gülen’in adı 1966 yılında İzmir’e karargahı kurmasıyla duyulmaya başladı. Yandaşlarına ilk yaz kampları açan da oydu.

Örgüte, maddi desteği ARAMCO (Arap-Amerikan Petrol şirketi) sağlıyordu. Kısa sürede, 111 şube açan bu derneklerin Fahri Genel Başkanlığını, Cemal Gürsel üstlenmişti.

16 Temmuz’da, dernek militanlarının TİP’in Bursa mitingine saldırılarından sonra, Gürsel Paşa, fahri başkanlıktan ayrıldı.

TSK, iç siyasetin belirleyici odağı haline geldi.

Sunay, 2 Ağustos 1960 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. 1965 yılında emekli olacakken, görev süresi bir yıl uzatıldı. 15 Mart 1966 tarihinde emekli oldu ve emekli olmadan, aynı yıl kontenjan senatörü seçildi.

28 Mart

 1966'da TBMM Cevdet Sunay’ı Cumhurbaşkanı seçti. Yedi yıl süren Cumhurbaşkanlığı sırasında Süleyman Demirel, Nihat Erim ve Ferit Melen hükümetleri kurulmuştu. En uzun süre hükümet başında kalan (1965-1971) Demirel bu dönem için,"Beş yıl, Cumhurbaşkanı Sunay ile rahat çalıştık. Birbirimizi anlıyorduk. Çankaya ile hükümet arasındaki bu uyum Türkiye'ye pek çok şey kazandırmıştır" demiştir.

İsmet Paşanın nurculuk ve irtica endişeleri ve imamhatip okullarına ilişkin endişelerine Sunay şöyle karşılık vermişti:

“Bugünkü laik okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullarda yetişen gençlere memleket idaresi temsil edilemez. On yıl sonra bunların hepsi işbaşına geçeckler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz, imamhatip okullarını laik okullara karşı bir alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu imamhatip okullarında yetiştireceğiz”.

*

Tarih 4 Ağustos 1964. Yer Tonkin Körfezi. USS Maddox askeri gemisi, Kuzey Vietnam kıyılarına yanaşarak, gece karanlığında sağa sola ateş etti. Güya askeri gemi bir saldırı karşısındaydı. Gemide hiçbir hasar yoktu. Başkan Johnson bu bahaneyle Kongreden savaş yetkisi aldı. Ertesi gün Washington Post Amerikan uçaklarının Kuzey Vietnamı bombaladığı haberini veriyordu. Savaş 58 bin Amerikalı, 1 milyon Vietnamlının yaşamına maloldu. 

ABD, İkinci Düya Savaşında kullandığı toplam bombaların dört katı olan sekiz milyon ton bombayı Vietnam üzerine yağdırmıştı. Bombaların yüzde sekseni kırsal kesimde askeri olmayan hedeflere, on milyon krater çukuru açarak kullanmıştı. Vietnam köylerine sivil, asker ayırımı yapmaksızın, 400 bin ton napalm atmıştı.

Savunma Bakanı Robert S. McNamara 1967’de yazdığı bir notta haftada 1000 Vietnamlının öldürüldüğü yada ağır yaralandığını yazıyordu. Güneyde 70 bin sivil, Viet Cong’la bağlantılı olabilecekleri kuşkusuyla öldürüldü.

Askerliği zehirli gaz ve napalm bombaları cehenneminin içinde öğrenen Halk Ordusu Komutanı, Vo Nguyen Giap, Amerikan generallerine, hem savaş dersi, hem de insanlık dersi veriyordu.

Yıl 1965. Yer Endonezya. Endonezya nüfusunun yüzde 86’sı müslüman. Dünyanın en büyük Müslüman nüfusunu barındıran bir ülke.250 ayrı dil konuşan, 330 etnik gruptan oluşan 240 milyon nüfuslu, 17 500 adaya serpilmiş bir Endonezya, 1949 yılında Sukarno’nun önderliğinde, bağımsızlığına kavuştu.

Sukarno CHP’nin altı ilkesini andırıştıran beş ilke belirlemişti: Ulusalcılık, halkçılık, temsili demokrasi, devletçilik, laiklik.

Sukarno, Soğuk Savaş döneminde Mısır lideri Nasır ve Yugoslavya lideri Tito’nun kurduğu bağlantısızlar hareketine katıldı.

Vietnam Savaşıyla Uzakdoğuda etkisini kaybeden ABD, gözünü Endonezya’ya dikmişti. Endonezya Komünist Partisi yapılacak seçimlerle, iktidarını bekliyordu.

“30 Eylül Hareketi” isimli bir grup, Endonezya’nın en kıdemli altı generalini kaçırdı! Endonezya ordusunun altı üst düzey generalinin kaçırılması, rütbesi düşük bir generalin önünü açtı. Bu isim, Tümgeneral Muhammed Suharto idi.

Günler öncesinden komünistlerin darbe yapacağı haberleri ülke ölçeğinde yoğun bir biçimde yayılıyordu. O gün sabahın erken saatlerinde radyolar komünistlerin darbe yaptığını duyurdu. Darbenin adı “30 Eylül Harekatı”, lideri, Abdul Latief adında bir albaydı. Albay yayınladığı bildirilerde Sukarno’nun güvende olduğu ve darbeyi, Komünist Partisi lideriyle birlikte yönettiği belirtiliyordu.

Komünist Partisinin resmi yayın organı ve ordunun yayın organı dışında, bütün yayınlara yasak konmuştu. Parti organı, darbeye karşı koyan en üst düzeydeki altı komutanın yakalanarak öldürüldüğünü, pek çok subayın tutuklandığını yazıyordu. Bir başka haberde de, Parti liderliğinin partililerin evlerinden dışarı çıkmamalarını istediğini yazıyordu.

3 milyon üyesi ve 20 milyona yakın üyeli  yan örgütleriyle (sendikalar, meslek örgütleri, öğrenci, gençlik) Endonezya Komünist Partisi dünyanın üçüncü büyük komünist partisi durumundaydı. Garip bir şekilde kimse sokağa inmemiş, hiçbir reaksiyon olmamıştı. Darbeyi yaptığı söylenen EKP’si ne bir grev yapmış, ne bir sokak gösterisi düzenlenmiş, ne de kırsal kesimde bir direniş örgütlemişti.

Komünist Partisinin liderleri, yayın organının yöneticileri askeri üslerde kapatılmışlardı. Ama lider adına bildiriler, gazetelerinde haber ve yorumlar yayınlanıyordu.

Albay Abdul Latif, radyoda bildirisini okurken, hareketin beş gün sonra, Ordu Gününde “Generaller Konseyi” tarafından CIA destekli, Sukarno ve Komünistlere karşı yapılacak darbeyi önlemek için yapıldığını söylüyordu.

Günün akşamında ise, komünist darbenin bastırıldığını, Abdul Latief’in yakalandığını, ordunun duruma hakim olduğunu, Sukarno’nun güvenli bir yerde koruma altına alındığı bir bildiri ile ilan ediliyordu. Bildirinin altında darbenin başı olarak General Muhammed Suharto’nun imzası vardı.

Bir günde darbe bastırılmıştı!

Ordunun başına geçen Suharto, generalleri komünistlerin kaçırdığını iddia etti ve bağımsızlıkçı, ilerici, ulusalcı, solcu kim varsa öldürttü. Kıyımın boyutları inanılacak gibi değildi. Partinin önde gelen tüm isimleri öldürüldü. Evleri, işyerleri yakıldı. Cinayetlerin hepsi “kutsal cihat” adına yapılmıştı.

1965-1990 arasını kapsayan bir dönemde, kimilerine göre bir milyon, kimilerine göre üç milyon insanın hayatına malolacak bir darbeydi bu. CIA’nın söylemiyle, Endonezya, “Yirminci Yüzyılın en kanlı katliamı”na sahne olacaktır. Ayrıntıları ancak yıllarca sonra öğrenilebilen müthiş bir senaryo, sahneye koyulduğunda, tarihler 30 Eylül 1965’i gösteriyordu.

Dönemin CIA Başkanı William Colby, Endonezya’da Komünist Partisi ve öteki solcu grupların üyelerinin on binlere ulaşan listelerini hazırlayıp güvenlik güçlerine verdiklerini kabul etmiştir.

17 Ekim 1965 tarihli, yani darbeden on beş gün sonra, Time Dergisi, şunları yazmıştı:

“Katliam öyle boyutlara ulaşmış ki, Doğu Java ve Sumatra’nın kuzey bölgesinde,açıkta çürüyen cesetlerin kokusu, çevrede ciddi sağlık sorunları yaratıyor. O bölgede bulunan turistler, küçük nehir ve akarsulara atılan cesetlerin, nehir ulaşımını engellediğini söylüyor.”

Sukarno ve Komünist Partisi lideri ve üst yöneticiler, Komünist partisi yayın organının yöneticileri, evlerinden alınarak,“güvenliklerini sağlamak için” askeri kışlaya kapatılmış ve dünya ile ilişkileri kesilmişti.

Nasılsa, Komünist Partisinin yayın organı, hareketi onaylayan ve generallerin öldürülmesini de üstlenen manşetlerle basılarak, bütün ülkeye dağıtılmıştı!

Üstelik öldürülen generaller, Başkan Sukarno’ya yakındılar. Generallerin parçalanmış cesetlerinin fotoğrafları, komünist kadınların, “canlı canlı gözlerini oydukları, hayalarını kestikleri” açıklamalarıyla, gazetelerin ön sayfalarında ülkenin her köşesine ulaştırılıyordu.

İslamcı gençler, askerler tarafından, kısa süreli askeri eğitimden geçirildikten sonra, kırsal bölgelere gönderiliyordu. Kadınların ırzına geçiliyor, memeleri kesiliyordu.

İslamcıların, Doğu Java’da oluşturdukları ölüm mangaları,  parangsadı verilen palalarla geceleri kızılların evlerini basıyor, bütün aileyi öldürdükten sonra, cesetlerinin üzerine biraz toprak atıp uzaklaşıyorlardı. Vahşet öyle boyutlara ulaşmıştı ki, bu ölüm mangaları, kestikleri kafaları sırıkların ucuna geçirip, köylerde gezdiriyor, çevreye dehşet saçıyorlardı. Binlerce komünist ve sempatizan, çoluk çocuk demeden, aileleriyle birlikte boğazlanıyordu.

Yeni döneme “Yeni Düzen” adı verildi.

Komünist parti liderleri ne olup bittiğini öğrenmeden, aynı gün öldürülmüşlerdi.  Sukarno, darbenin komünistler tarafından yapılmadığını öğrenemeden ölecekti.

1973’te hükümetin talimatıyla Endonezya İslam Partisi, Endonezya İslam Sendikası ve İslam Eğitim Hareketi ile bir araya gelerek Birlik ve Gelişim Partisi adını aldılar.

Ülke rejimi, hukuktan eğitime kadar zaman içinde İslamlaştırıldı. Günlük yaşam, İslami esaslara göre düzenlendi. BM ve Dünya Bankası, Suharto dönemi Endonezya’sını dünyadaki yolsuzlukların birinci sırasına koymuştu. Bu verilere göre, Suharto’nun devlet kasasından çaldığı para, 15 ile 35 milyar dolar arasındaydı. Yine aynı kaynaklar, Suharto ailesinin 100 milyar dolarlık yolsuzluk yaptığını söylüyor. Eşi “Bayan Yüzde On” diye anılıyor. Kendisini ise “ulusal kahraman!” diye ananlar az değil.

32 yıllık yönetimi sırasında, Hacı Muhammet Suharto’nun, 15 milyar dolarlık nakit, paha biçilmez, mücevher ve sanat eseri ve taşınmazlarının yanında, Endonezya içinde 3.6 milyon hektar arazinin bulunduğunu, Jakarta’nın o görkemli gökdelenlerinde, Suharto ailesinin 100 bin metrekarelik ofis ve işyerleri, Doğu Timor’un 650 bin nüfusunun 250 binini öldürerek, toprağının yüzde kırkına sahip olduğunu belirtelim.

Bugün, her beş kişiden dördü günlük 1 dolarla yaşıyor.

*

Filipinler, Endonezya ve Türkiye gibi, Amerikan üslerinin bulunduğu bir ülkeydi. Dünya Bankası destekleri McNamara’nın başkanlığına kadar küçük ölçekliydi. McNamara Filipinlerle ilişkilerin sıkılaştırılması gerektiğini görüyordu.

30 Aralık 1965. Marcos Milliyetçi Partiyi temsilen başkanlık seçimlerini kazandı. 1969’da yeniden seçildi.

Parlamenter sistemin bu yükü kaldıramayacağı biliniyordu. Markos 1972 Ağustosunda sıkıyönetim ilan ederek, parlamenter yetkileri buzdolabına kaldırdı, yetkileri elinde topladı. Yayınladığı kararnamelerle, basın özgürlüğünü ve yurttaşlık hakları kısıtlandı, Kongre ve medya kuruluşları kapatıldı, senatör Benigno Aquino da dahil, muhalefet liderleri ve siyasal direnişçilerin tutuklanmaları emrini verdi. Devlet organlarının dışında basın susturulmuştu.

IMF, Dünya Bankası, sermaye çevreleri ve ordu üst komutanlarını arkasında bulan Markos, ülkeyi kararnamelerle yönetiyordu. Neoliberal politikaları zora başvurarak uygulamaya başladı. 1974’te bankanın desteği 5.5 katı artmıştı. Markos, sıkıyönetimi, yeni toplumsal ve siyasal değerlere dayalı “Yeni Toplum”un ilk adımı olduğunu öne sürdü. Aynı dönemlerde Suharto da Endonezya’da “Yeni Düzen”i kurmakla meşguldü.

Banka yetkililerinin yaptığı bir değerlendirmede (15 Ağustos 1972) diktatörlük şöyle değerlendiriliyor: “Filipinlerde bir mucize gerçekleşti. Felsefi olarak bu mucizenin askeri bir diktatörlük altında olması sıkıntılı olsa da” sürüyordu.

1962’de Filipinlerin dış borcu 360 milyon dolardı, 1986’da 28.3 milyar dolarla Asya’nın en borçlu ülkesi oldu. Bu paraların önemli bir kısmı, Komşu Emdonezya’da olduğu gibi, Markos ailesi ve yandaşlarına gitti. Yıllık bütçesinin %44’ı faiz ödemelerini gidiyordu, sağlığa harcanan para ise %3’tü. Filipin halkı bugün bile bu borçları ödemeyi sürdürmektedir.

Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2004 Küresel Yolsuzluk Raporunda dünyanın başta gelen on yolsuzluk lideri arasında Markos, Endonezya Başkanı Suharto’dan sonra 5-10 milyar dolarlık yolsuzluğuyla ikinci sırayı almaktadır.

1981 Haziranında ABD başkan Yardımcısı H. W. Bush Markos’u “Demokrasi ilkelerine ve demokratik sürece bağlılığına hayranız, hep yanında olacağız” diyerek kutluyordu. Tam da aynı ay, aynı yılda, Markos muhalifi iki işçi lideri, Amerika’da bir sendikanın bahçesinde, Filipinli ajanlar tarafından öldürülmüş, CIA, FBI’ın canilerin peşine düşmesini önlemişti.

Sıkıyönetim döneminde, 3257 kişinin yargısız infaz edildiği, 759 kişinin kaybolduğu ve cesetlerinin bile bulunamadığı, 35000 kişinin işkence kurbanı olduğu, 70 000 kişinin hapishanelere doldurulduğu, 120 000 kişinin tutuklandığı ve gözetim altına alındığı kayıtlara geçmiştir.

Markos partisinin yürüttüğü bütün kampanyalarda devletin parasını ve olanaklarını kullanmıştı.

Döneminde, %27.65’e yükselmişti. 1972-­1980 arasında işçi ücretleri %20 azalmıştı. Nüfusun yüzde 10’unu oluşturan en zengin kesim %60’ını oluşturan en alt kesiminin gelirinin iki katına sahipti.

1981 yılında sermaye sahipleri ve devlet bürokrasisinin yolsuzlukları banka krizine yolaçtı. Ardından bütün mali sisteme yayıldı, büyük devlet bankalarının iflası tehlikesi belirdi. Yabancı özel bankalar kredi işlemlerini durdurdu. Toplumsal hoşnutsuzluk yaygınlaşıyordu. 21 Ağustos 1983’te üç yıllık sürgünden sonra Amerika’dan dönen muhalefet lideri BenignoAquino, Manila hava alanında öldürüldü.

Dünya Bankası desteğini sürdürdü. Bu kaynakların Markos ve generallerinin kasalarına aktığı biliniyordu, ama esas olan neoliberal politikaların uygulamaya geçirilmesi ve onun kadar önemli olan Filipinlerdeki deniz ve hava üslerin geleceğinin güvence altına alınmasıydı.

Bu noktada Wolfowitz’i sahnede görüyoruz. 1982 yılında Doğu Asya ve Pasifik bölgesinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Wolfowitz, Filipinler’e ve Markos’a özel bir ilgi duyuyordu. Sık sık Manila’ya gelen Wolfowitz, komünistlerin dışında kalan muhalefet liderleriyle görüşüyordu.

Yoğunlaşan sokak gösterilerinin ardından, Wolfowitz’in de katkılarıyla, Ordu, Markos’u uzaklaştırdı. Markos, eşi Amelda Amerikan hava kuvvetleri uçağıyla ülkeden Honolulu’ya kaçırıldı. Geride bitik bir ülke ve Amelda’nın 2400 çift ayakkabısı kaldı.

*

Tarih 12 Mart 1971. Yer Türkiye. Beş general, o günün toplumsal gelişmesine bol gelen 27 Mayıs Anayasası ve önü alınamayan anarşist hareketler gerekçe gösterilerek darbe yapmışlardı. Her ikisi de kocaman birer yalandı. Anayasa o günlerde hiç uygulanmıyordu. Anarşist hareketler ise, öğrenci gösterileri ve şurada burada görülen işçi direnişleri ve grevlerdi.

27 Mayıs 1960 ile 1 Ocak 1970 arasında, “sağ”da, tek bir kişi, lise öğrencisi Mustafa Bilgin, 21 Eylül 1969’da, MTTB binasında, patlayıcı yaparken yaralanarak öldü. “Sol”da ise aynı tarihler arasında, 12 kişi polis, jandarma ve devletin desteğindeki para militer çeteler tarafından öldürülmüştü.

Ordu, 12 Marta, Türkiye Cumhuriyeti’ni “korumak ve kollamak” gibi “yüce” bir göreve çağrılmıştı. Çünkü, Türkiye “beynelmilel komünizmin” tehdidi altındaydı,“son Türk Devleti” tarih sahnesinden silinmek üzereydi.

Başbakanlığa getirdiği devletler hukuku profesörü Nihat Erim’e göre, “İsveç’ten Basra Körfezine kadar uzanan son derece kapsamlı bir saldırı” sözkonusuydu.

Erim’in ardından Başbakan olan Ferit Melen ise, bunun “Türkiye Cumhuriyet’ini yok edecek, yurttaşlarını Sibirya’ya sürecek, oradan getirdiklerini Türkiye’ye yerleştirecek” bir saldırı olduğunu söylüyordu [2].

Her yaz sonu, kış hazırlıklarını yaparken Celal Bayar, “bu kış komünizm gelecek!” uyarısını öldüğü yıla kadar (1986), tekrarlayıp durdu.

İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, Nakşi tarikatının bu inançlı müridi, “sola karşı savaş” ilan etmişti. Direnen ve direnecek olan odaklar bir bir temizlenirken, egemen güçler arasındaki işbirliği giderek pekişiyordu. Özellikle basınla yürütülen ihbar kampanyası, sıkıyönetim bildirileriyle destekleniyordu. “Değerli” ihbarlar, para ile ödüllendiriliyordu. Sanayi ve Ticaret Odaları, “sayın muhbir vatandaşa” sunulmak üzere, sıkıyönetim emrine, büyük miktarlarda paralar tahsis ettiklerini açıklıyordu.

Anayasa “yerlebir” edileli çok olmuştu ama, binlerce devrimci, demokrat,“anayasayı tağyir ve tebdil” suçlamasıyla,“Kontrgerillanın esiri” olarak, zindanlara doldurulmuştu.

Özel Harp Dairesi, Kontrgerillaya evrilmişti, 17 Temmuzla da Özel Kuvvetler olarak karşımıza çıkacaktı.

Cemal Tural, 1969’da Genel Kurmay Başkanı olacakken, Sunay ve Demirel işbirliği sonucu emekli edilmiş, yerine, 12 Mart Cuntasının başı, Memduh Tağmaç getirilmişti. 1970’te de, Kara Kuvvetleri Komutanı kararnamesi imzalanan, Kemal Atalay’ın kararnamesi yırtılarak, yerine cuntanın ikinci adamı olacak olan, Faruk Gürler atanacaktı.

27 Mayıstan 12 Mart’a uzanan tarih kesitinde, örtülü müdahalelere ilişkin yeterli bilgi yok.  O döneme ilişkin Pentagon ve CIA dokümanlarının gizlilik sınırlandırmaları kaldırılmış olmasına karşın, Türkiye ve Yunanistan’la ile ilgili olanlar, CIA mahzenlerinde hala kapalı tutuluyor.

Örneğin, ünlü Lockheed rüşvet skandalında, Türkiye başta gelen ülkelerden biri olmasına karşın, 22 milyon dolarlık rüşvetin ne kadarının Türkiye’ye ve kimlere verildiğinin bilgisi açıklanmamıştır. Lockheed yetkililerinin açıklamalarına göre, Batı Almanya Savunma Bakanı Josef Strauss ve partisi 10 milyon dolar, Japon Başbakanı Kakuei Tanaka 3 milyon dolar, Hollanda Prensi Bernhard 1.1 milyon dolar almış, İtalya’da Hıristiyan Demokrat hükümetinin iki bakanı, Luigi Gui, MarioTanassi, başbakan Mariano Rumor, Cumhurbaşkanı Giovanni Leone’ye ödemeler yapılmıştır.

Türkiye’de zenginliği ile magazin basının ve silah lobilerinin gözdesi, Suudlu Adnan Kaşıkçı’ya 1970-1976 yılları arasında, 106 milyon dolar ödenmişti.

Lockheed’in CIA operasyonlarında (örneğin Endonezya’da) önemli görevler aldığı biliniyor.

Gene de iz sürmesini bilenler için, yeterli kanıt bulunabilir.

1965 yılında, Dickson Raporu olarak bilinen,  AP’nin üst kademelerinde bir yetkilinin hazırladığı, 28 Aralık 1965 tarihli belge, iktidarın ABD istihbaratıyla sıkı bir işbirliği olduğunu gösteriyor.

Bireysel öldürümlerden, kitlesel katliamlara dönüşecek olan kanlı bir dönemin, ikinci faşist darbeye uzanan bir dönemin,  yol haritası da böyle çiziliyordu. Bu yol haritasının ilk kilometre taşı, 12 Mart darbesiydi.  Malatya, Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi,CHP ve sola oy veren alevilerin yaşadığı bölgelerdeki katliamlar, tüyler ürpertici boyutlara ulaşacaktı.

12 Mart Darbesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir kırılma noktasıdır. Türkiye, o günden başlayan, bugüne uzanan yeni bir sürece, bir karşı-devrim sürecine girmiştir.

Ama o güne uzanan yolun izini sürenler, bugünün ayak izlerini oralarda görebilirler.

“Üçe üç” demişlerdi, politikacılar, ellerini ovuşturarak. Menderesler asılırken onlar çocuktular!

Egemen güçler, bunu hep yaptılar. Kanlı darbelerin ocağına ateş taşıyanlar, istediklerini aldıktan sonra, suç gömleğini cuntacıların sırtına giydirerek, “demokrasi” ve “özgürlük” savunuculuğuna yeniden soyunurlar.

Sınıf mevzilenmelerinin belirginleşmediği bir toplumda, burjuva demokrasisinin, tüm yönleriyle gerçekleşmesi mümkün olamıyordu. Ne küçük burjuvazi “kendisi için bir sınıf”tı, ne de işçi sınıfı. “İmtiyazsız, sınıfsız” bir toplum yaratma ütopyasıyla, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında gidip geliyordu.

Egemen sınıflara asker, “asker olarak değil, jandarma olarak” tam da bu ortamda gerekliydi.

Yıl 11 Eylül 1973. Yer Şili. 41 yıl kesintisiz süren Şili demokrasisi askeri darbe ile sonlandırıldı. Başkanlık sarayı ateşe verildi.

Ondan oniki gün sonra ölen/öldürülen Şili’nin büyük ozanı Neruda’nın deyimiyle, “Şili’ye bir kez daha ihanet eden askerlerin makinalılarıyla paramparça edilen o muhteşem şahsiyet”, Allende, Kastro’nun armağanı silahla altı saat direndi. 

Darbenin başında general Pinoşe vardı.

CIA Allende’nin seçilmemesi için on yıl boyunca çok çaba göstermişti. 1964 seçimlerinde Salvador Allende’nin yenilmesi için rakibi EduardoFrei’ye 20 milyon dolar yardım ve Salvador Allende iktidarının devrilmesi için 8,400,000 dolar harcayarak, suikastlar, propaganda, işçi grevleri ve gösteriler sonuç vermemişti. CIA, darbe girişimlerine yoğunlaştı.

1970 Ekiminde, darbeye karşı olan ve Allende’ye destek veren Genel Kurmay Başkanı René Schneider, bir grup darbeci emekli subaylar tarafından kaçırılarak, öldürüldü. Yerine gelen General Prats darbeyi önlemişti. Pinoşe’nin  önü tmizlenerk, genelkurmay başkanı olması gerekiyordu.

Darbeyle birlikte, büyük bir katliam başlamıştı. CIA’nın hazırladığı listeye göre kadın, erkek binlerce Şilili, Santiago Ulusal Stadyumuna dolduruluyor, öldürülüyor, işkencede geçiriliyor, canlı olarak uçaktan denize atılıyordu. Askerler bir halk ozanını, Latin Amerikanın en sevgili şarkıcısını, Victor Jara’yı tutukladılar, ellerini kırdılar, gitarını önüne attılar: “Şimdi söyle şarkını bakalım!” Acıdan bitkin Jara, dikildi, ayağa kalktı. Gözlerini cellatlarının gözlerine çivileyerek “Venceremeros!”  şarkısını gür sesiyle haykırdı. Sesi cellatlarını büyülemişti, bir an durakaldılar, ardından nişan alarak, alnından vurdular. O sahne, Şili direnişinin simgesi oldu.

CIA kaynakları, darbenin ilk ayında Pinoşe’nın 1600 sivili öldürdüğünü kaydediyor.

Kissinger, Pinoşe’yi “yaptıklarınıza sempatiyle bakıyoruz, hükümetinize iyi dileklerimizi iletiyoruz” sözleriyle kutlamıştı. Şili halkını da şöyle suçluyordu: “Kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden, bir ülkenin komünizme yönelişini eli kolu bağlı seyretmek için bir neden göremiyorum.”

Kissinger, darbeden bir ay sonra,“Nobel barış ödülü” konuşmasını yapıyordu.

CIA’nın Şili’deki şefi o günleri şöyle anlatıyor: “Elaltında tuttuklarımın arasında, yaşlıca,   büyükanne kılıklı, orta sınıftan bir kadın vardı. Ellerinde tencereli, tavalı kadınlardan oluşan, yiyecek ve öteki gereksinmelerini karşılayamadıkları sloganlarıyla bir gösteri yapılması önerisinde bulundu. Fena fikir gibi gelmedi bana, küçük bir yatırıma değerdi. Eline birkaç yüz dolar tutuşturdum, pek de umutlu değildim. Birkaç hafta sonra, ABD elçiliğinin yanındaki parkta yürürken gözlerime inanamadım, binlerce kadın ellerinde tencere, tava, vurarak sokakta yürüyorlardı. Yürüyenlerin başını benimki çekiyordu. Gecenin geç saatlerinde, solcu öğrenciler başkanlık sarayı önünde toplanan kadınlara müdahalede bulununca, bu haber dünyada büyük yankılar yarattı”.

Muhalefet için de bu, etkili bir direniş örneği oldu. Sokakta grev ve protestolar birlikte yürütülüyordu. Ağustosta Allende’ye karşı düzenlenen mitinge, asker eşleri de tencere-tava gösterisine katılınca, genelkurmay başkanı Prats istifa etti. Yerine Pinoşe geçti, iş yoluna girmişti.

Şili’de Allende yanlılarına “Jakarta kapıda!” diyorlardı. Bundan sonra “Allende’yi unutma!” anımsatılacaktı.

O “sorumsuz” Şili halkı, general babası Pinoşe tarafından öldürülen, babası belli olmayan üç çocuk anası, çocuk doktoru, ateist, Michelle Bachelet’yiikinci kez seçerek, Şili yönetiminin başına getiriyordu.

ABD Araştırma Komisyonu Pinoşe’nin Şili halkından 100 milyon dolar çaldığını saptıyor. Şili’nin gözüyaşlı kadınları, kızları, 45 yıl önce öldürülen erkeklerinin kemiklerini Şili bozkırlarında aramayı sürdürüyor.

 


[1] Richard Cottrelli, Gladio, Progressif Press, Calif. 2012, 394.

[2]Milliyet, 30 Haziran 1972

(SÜRECEK)

Vahap Erdoğdu

SOLİTİRAZ.COM

Facebook'ta Sol İtiraz